16 MAYIS 1919 BİR GÜNEŞ DOĞUYOR…



    E. Öğ. Alb. Belma SARAÇ

    Osmanlı Devleti gücü ve adaleti sayesinde 623 yıl ayakta kalmış ve dünya tarihinin şekillenmesine önemli katkı sağlamıştır. Ancak 17. yüzyıldan itibaren dünyada yaşanan aydınlanma çağını, bilimin sağladığı benzersiz üstünlüğü görememiş, bağnazlığın pençesine düşmüş, bir zamanlar hükmettiği devletler karşısında çaresiz ve aciz kalmıştır.
    Osmanlı Devleti 19. yüzyılda siyasal anlamda, egemenliğini büyük ölçüde yitirmiştir. 1829 tarihli Yunan isyanında Avrupalı devletlerin isteklerine boyun eğmiş, 1831-1841 yılları arasında 10 yıl süren Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa isyanında neredeyse yıkılmanın eşiğine gelmiş, 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı diğer Avrupa Devletlerinin yanı sıra, Piemonte gibi küçücük bir devletin bile desteğine muhtaç hale düşmüştür. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması utancını, yine Avrupalı devletlerin desteği sonucu imzalanan Berlin Antlaşması ile çok az da olsa giderebilmiştir. Osmanlı Devleti 19. yüzyılda yıkılmadıysa, bu devletin başarısından değil, devleti pay etmek isteyen güçlerin bu paylaşım için gerekli olan hazırlıkları henüz tamamlamamış olmasındandır.
    Osmanlı Devleti için 20. yüzyıl da parlak başlamamıştır. 23 Temmuz 1908 tarihinde, 2. Meşrutiyetin ilanı sonrası gerek devlet ve gerekse ordu sisteminde yapılan bir dizi reform başarıya ulaşmadan iç çekişmeler ve siyasi hatalarla önce Trablusgarp ve Balkan Savaşları felaketiyle karşı karşıya kalınmıştır. Daha bu yaralar sarılmadan I.Dünya Savaşına giren Osmanlı Devleti, savaşın başlarında Çanakkale ve Irak’ta elde ettiği başarılarla millete bir süre ümit verdiyse de dokuz cephede (Kafkas, Kanal, Çanakkale, Suriye-Filistin, Hicaz-Yemen, Basra-Irak, Galiçya, Romanya, Makedonya) birden savaşılması ve bu savaşı yürütecek maddi imkânlardan yoksun olunması nedeniyle sonu hazırlanmıştır.
    Dolayısıyla, Osmanlı Devleti 1918 yılının sonlarına geldiğinde I. Dünya Savaşı'ndan mağlup ayrılmış, yenik, borç içinde gelişmemiş bir devlet idi.  30 Ekim 1918 tarihinde 25 maddeden oluşan Mondros Ateşkes Anlaşması'nı imzalayarak galiplerin çizeceği kadere razı olmuştu. Aslında bu ateşkes anlaşması, daha sonra 10 Ağustos 1920 tarihinde Vahdettin ve 43 kişilik Saltanat Şurası tarafından imzalanan 433 maddelik Sevr Antlaşması’nın bir taslağı niteliğindeydi. Galipler ise, hepimizin bildiği gibi İngiltere, Fransa, İtalya, ABD yani dünyanın dörtte üçüne egemen, zengin büyük devletlerdi. Avrupa devletlerince hasta adam olarak nitelenen Osmanlı Devleti’nin imzaladığı 25 maddeden oluşan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Çanakkale ve İstanbul Boğazlar müttefiklerin kontrolü altına giriyor, antlaşmanın ünlü 7’nci Maddesi ile İtilaf Devletleri kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa istedikleri stratejik bir bölgeyi işgal edebiliyor, yine ünlü 24’üncü Maddesi ile Erzurum, Van, Diyarbakır, Bitlis, Sivas, Elazığ’da  (Vilayet-i Sitte) karışıklık çıkarsa işgal hakkına sahip oluyordu. Ayrıca, Osmanlı Devleti yeraltı kaynaklarının kullanım haklarını ve donanma ile ordu üzerindeki tüm haklarını İtilaf Devletleri'ne devretmişti.  Demiryolları ve telgraf merkezlerine de el konulmuştu.
    Görüldüğü üzere, Limni adasının Mondros Limanı’nda imzalanan metin bir ateşkes antlaşmasından ziyade kayıtsız şartsız bir teslim belgesi idi. Tarihin bu en kara günlerinde Yunan savaş gemilerinin de içinde bulunduğu 61 parçadan oluşan büyük bir itilaf filosu da 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul Limanı’na girmiş, Boğaz’a demir atıp toplarının namlularını Dolmabahçe Sarayı’na çevirmişlerdi. Karaya çıkan, yaklaşık 3500 kişilik birlik Boğaz’ı denetimi altına almış, okullara, hastanelere, askeri binalara yerleşmişti. İtilaf güçlerinin gerçekleştirdiği işgallere karşı bir direniş gösterilmemesi amacıyla Osmanlı ordusu terhis edilmiş, sadece 50 bin kişilik bir iç güvenlik birliği bırakılmış, donanma lağvedilmişti. 
    Öte yandan mütarekeden bir gün sonra, yani 31 Ekim 1918'de Adana'da, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirilen Mustafa Kemal, mütareke şartlarını çok ağır ve hatta gelecek için çok tehlikeli bulan tek komutandı. O, bu düşüncelerle dönemin sadrazamına altı kez telgraf çekerek endişelerini belirtmiştir.
    Mustafa Kemal Paşa'nın mütareke şartları ve uygulanması üzerinde ortaya koyduğu endişeler, daha telgrafın mürekkebi kurumadan birer birer gerçek olmaya başlamıştır. İzmir Yunanlılar, Adana Fransızlar, Antalya ve Konya İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Bunların yanında; Urfa, Maraş, Antep, Merzifon ve Samsun'a İngiliz askerleri çıkmış, İstanbul'da ise Kraliyet Donanması demirlemişti. Bunlara bir tepki olarak Türkler tarafından Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti, Redd-i İlhak Cemiyeti gibi cemiyetler kurulmuş ve işgali sonlandırmanın çareleri bölgesel olarak düşünülmeye başlanmıştı.
    Emir ve komuta ettiği ordular grubu dağıtılmış olduğu için, Mustafa Kemal Paşa 10 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'a hareket etmiştir. Mustafa Kemal bu tarihten üç gün sonra, yani 13 Kasım 1918'de İstanbul'a vardığı zaman, 61 parçadan oluşan İtilaf Devletleri'nin donanmasını İstanbul önlerinde demirli bulmuştur. O dört sene boyunca çeşitli cephelerde düşman kuvvetleri karşısında bir an bile sarsılmamış azim ve iradesiyle yaveri Cevad Abbas (Gürer)'a dönerek, iç benliğinden dışa vuran duygularını yansıtan üç kelime ile tarihi sözünü söylemiştir. "Geldikleri gibi giderler"
    13 Kasım 1918 tarihinde, İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, 16 Mayıs 1919’da ayrılacağı Osmanlı başkentinde altı ay kalacaktı. Bu süre içerisinde, ilk olarak vatanın kurtarılması noktasında bir şey yapabileceği ümidiyle birtakım siyasi girişimlerde bulunacaktır. Kendisi gibi İstanbul’a gelen orduları lağvedilmiş olan Osmanlı subayları, daha önceki cephelerde savaştığı, okuldan arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Fethi Okyar, Fevzi Çakmak, İsmail Canpolat, Refet Bele, İsmet İnönü, Cafer Tayyar gibi komutanlarla İstanbul’da toplanıp günler geceler boyu araştırmalar yapıp, görüş alışverişinde bulunuyorlar, Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde sabaha kadar toplantılar yapılıyor, “İstanbul’da ne yapılabilir”in çarelerini düşünüyorlardı. Özetle, Şişli’deki tarihi evde şu kararlar alınmıştır.
        1. Ordu’nun terhisini durdurmak,
        2. Vatan savunmasında gerekli silah, cephane ve donanımı düşmana vermemek,
        3. İstanbul’daki komutanları Anadolu’ya yollamak.
        4. Milli direnişe taraftar idare amirlerinin yerlerinde kalmasını sağlamak,
        5. Vilayetlerde particilik adına yapılan kardeş mücadelesine engel olmak,
        6. Halkın moralini yükseltmek.
    Bu arada, Osmanlı Mebusan Meclisi’ndeki milletvekilleriyle de görüşmeler yapıyordu. Çünkü maalesef Mebusan Meclisi’nde kimi milletvekilleri itilaf askerlerinin nereleri işgal ettiğini bile bilmiyordu. Hatta Harbiye Nazırı Abdullah Paşa hiçbir askeri binanın işgal edilmediğini söylüyor, “İstanbul’a sadece 2-3 tabur asker gelmiştir bunlara şurada burada yer gösterilmiştir” diyerek, işgali yasal bir hareket olarak göstermeye çalışıyordu. Dönemin Eğitim Bakanı Rıza Tevfik, “hüküm galibindir” ilkesinin unutulmaması gerektiğini belirterek, “işgal güçleri bazı yerleri işgal ederim derse, haklı sayılmalıdır” diyebiliyordu.
    Mustafa Kemal, Padişah Vahdettin’i de aydınlatmak ve uyarmak için görüşmeler yaptı ancak, bu görüşmelerden de bir sonuç alamadı. Padişah ve onun yakınları ve hemen herkes, yenilen Osmanlı Devleti’nin kayıtsız koşulsuz teslim olmasından başka çare göremiyor, işgali kabulleniyorlardı.  Hatta Vahdettin “The Times” gazetesine yazı yazan G.Ward Price’i kabul edip, şunları söyleyebiliyordu; “En fazla İngiliz milletinin hoşuma gitmesi ve ona hayranlığım, bana babamdan miras kalmıştır. Ermeni göçü konusunda suçlu olanlar yakında cezalandırılacaklardır…”
    Bu bölümde biraz mütareke İstanbul’unu tasvir edersek o kara günler zihninizde canlanır, girişilen işin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. “Mütareke Dönemi İstanbul’u”, İstanbul’un eylemli olarak işgal edildiği “13 Kasım 1918” tarihi ile işgal güçlerinin kenti resmen terk ettiği “6 Ekim 1923” arasındaki yaklaşık beş yıllık bir zaman dilimini kapsar. 465 yıllık başkente, ilk kez yabancılar askeriyle giriyor, millet esaretle tanışıyordu.  İşgal güçleri, denetimi daha kolay hale getirmek için, İstanbul'u bölgelere ayırdılar. Beyoğlu Bölgesi İngiliz, Tarihi Yarımada Fransız, Anadolu Yakası İtalyan sorumluluğuna verildi.  Adalar için de ortak komisyon kuruldu. Rumlar sokaklarda rastladıkları Türkleri itip kakarak, geleni geçeni Yunan karargâhında dalgalanan yunan bayrağını selamlamaya zorluyorlardı. İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington’un emri gereği, bütün Türk subayları işgal güçlerinin askerlerine selam vermek zorunda bırakılıyordu. Bir İngiliz Subayı, Divanyolu yokuşunu inen çıkan arabaları düzene sokma bahanesiyle fesli insanlara vuruyor, Ahmet Emin Yalman ve Falih Rıfkı Atay gibi ünlü gazetecilerimiz de bu kırbaçtan paylarını alıyorlardı. Hatta Mustafa Kemal’in Akaretler’de oturan annesinin evi iki kez, Mustafa Kemal’in Şişli’deki evi ve Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi’nin evleri işgal güçlerince basılıyordu.
    İngiliz Karadeniz Orduları Başkomutanı General Milne, İstanbul Hükümeti’ne istediklerini çok rahat yaptırıyor Kafkaslardaki 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa İstanbul’a gelince,  görevinden attırıyor, Batum Tümen Komutanı Mürsel Beyi tutuklayabiliyordu.
    Yine bu dönemde İstanbul’da Kürtler için ayrılıkçı amaçlar güden “Kürt Teali Cemiyeti”, İslam devleti oluşturmayı amaçlayan “Teali İslam Cemiyeti”, İngiltere yanlısı “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” ve Amerikan Mandası isteyen “Wilson Prensipleri Derneği” çalışmalarına başlamışlardı.
    Bu dönemde, İstanbul’da birçok gazete yayımlanıyordu. Bunlardan önemli bir bölümü, işgal güçlerinin yanında yer alıyordu ki, basın tarihinde yüz karası bir dönemdir.  Binlerce örnek verilebilir, ama sinirlerinizi bozmamak için iki örnekle yetineceğim.
    * Birincisi “Peyami Sabah” gazetesi yazarı Ali Kemal’den; “Padişah’a sadakatle bağlı Anadolu halkı, Mustafa Kemal ndenilen eşkıyaya haddini bildirecektir. İki vatanımız vardır biri asıl vatanımız, diğeri Fransa (16 Kasım 1920)”
    * Diğer örneğimiz “Alemdar” gazetesi yazarı Ref’i Cevat’dan; “İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olmazlar, İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. Azimli ve kararlı bir hükümet, Kuvvayı Milliye denen bu haydutların kafasına neden bir yumruk indirmiyor (16 Mart 1920)”
    Bu arada 4 Mart 1919’da Anadolu’daki direniş hareketine karşı tutumuyla tanınan ve sürekli ulusalcı düşüncenin karşısında yer alan Damat Ferit Hükümeti kuruldu (4 Mart 1919-17 Ekim 1920). İngiliz gizli belgelerine göre, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Webb, 5 Mart 1919 tarihli raporunda, Damat Ferit’in İngiliz Büyükelçilik Müsteşarı Mr.Hohler’in yakın arkadaşı olduğunu ve özel olarak haber gönderip, bütün umudunun Allah’ta ve İngilizlerde olduğunu, bir miktar mali yardıma gereksinim duyduğunu ve İngiltere’nin istediği kişileri de tutuklamaya hazır olduğu mesajını ilettiğini Londra’ya bildiriyordu.      
    İşte bu olanlar, Mustafa Kemal Paşa’yı kesin bir karar verme aşamasına getirdi. Bu karar Anadolu'ya geçmek ve "milli mukavemet" te bulunmak gibi ağır ve kati bir karardı. Bu aşamada  bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına inanmışdı. Bu kararı verdiği günlerde, 29 nisan 1919’da, Harbiye Nazırı Şakir Paşa Mustafa Kemal’i resmen Harbiye Nazırlığı’na çağırıp ve ona 9.Ordu Müfettişliğine atandığını bildirdi. Her şeyden ümidin kesildiği ve “ne surette olursa olsun Anadolu’ya geçme” kararına vardığı o günlerde, koruyucu ve geniş bir yetkiyle önüne Anadolu’nun yolları açılan Mustafa Kemal, o anki heyecanını sonraları şu kelimelerle anlatır:  “Talih bana öyle müsait şartlar hazırlamıştı ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duyduğumu tarif edemem. Nezaretten çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.”
    Peki, bu iş birden bire nasıl olmuş, neden Mustafa Kemal seçilmişti. Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki partisinin liderlerine ve özellikle Enver Paşa ve Alman generallerine karşı olduğu biliniyordu. Yine Mustafa Kemal, Vahdettin’e, veliaht iken Almanya’ya 15 Aralık 1917 ve 04 Ocak 1918 tarihleri arasında yaptığı seyahatte eşlik etmişti. Suriye-Filistin cephesindeki savaşlarda orduyu imhadan kurtardığı için kendisine onursal yaverlik unvanı bizzat Padişah tarafından verilmişti. Bunların yanı sıra bir iletişim uzmanı olarak kurduğu iyi ikili ilişkilerin de katkısı vardı şüphesiz…
    Bu görev ile ilgili yetki belgesini Genelkurmay ikinci başkanı Kazım (İnanç) Paşa ile birlikte hazırladılar. Hazırlanan yetki belgesine göre 9. Ordu Müfettişliği görev alanı; bütün askeri birlikler ve mülki amirler üzerinde yetkili, asıl görev bölgesi; Samsun, Trabzon, Erzurum, Erzincan, Sivas, Van illerinden oluşacak, diğer komşu iller Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu’nun da isteklerine öncelikle cevap verecek statüde olduğu şekilde belirlenmişti. Görev tanımı ise; bölgede iç düzenin kurulması ve düzen dışı olayların nedenlerinin saptanması, bölgede dağınık haldeki silah ve cephanenin toplanarak emniyete alınması, Ordu’nun da desteğini alarak oluşturulan toplulukların kaldırılması şeklinde ifade edilmişti.  
    Yakın tarihimizin en acı olaylarından biri olan 15 Mayıs 1919 tarihli Yunan Ordusunun İzmir’i işgal ettiği günün gecesi İstanbul’da Mustafa Kemal de vedalaşmak üzere annesinin ve kardeşinin yaşadığı eve gitti. Kapıyı açan kardeşi Makbule’ye “sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi. Üniforması üzerindeydi. Her zaman yaptığı gibi sofraya oturmadan annesinin elini öptü ‘gidiyorum’ dedi. ‘Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var’, ‘giderken gözüm arkada kalmasın memleket için uğraşırken sizden yana üzüntüye duçar olmak istemem’ deyince Zübeyde hanım bayıldı. Zübeyde Hanım’ın yorgun ruhu, bu haberi taşıyamamıştı. Sabaha kadar uyuyamadı Kuran okudu, dua etti. Günün ilk ışıklarıyla, vedalaşmak üzere kapıya geldiler. Son kez sarıldılar. Mustafa Kemal kendisini “Bandırma Vapuru”na götürecek motora binmek üzere,  Galata Rıhtımına doğru yola çıktı.
    16 Mayıs 1919 tarihinde başlayan yolculuk tam üç gün sürdü. Bandırma Vapuru ve değerli mürettebatı 19 Mayıs 1919’da şafak sökerken, direğine ordu komutanlığı forsu çekilmiş olarak Samsun Limanı’na girdi. Samsun’a hasta ve bitkin bir halde gelen Mustafa Kemal, en küçük bir zaaf göstermeden bir hafta şehirde kaldı, sonra 26 Mayıs’ta Havza’ya geçti. Aynı günlerde Damat Ferit İstanbul’da Türkiye’yi büyük devletlerin mandası altına koyma planını ilan ederken O, Havzalılara; “Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağım. Bizi öldürmek değil, diri diri mezara sokmak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir. Zaten başka türlü de olsa geri dönmek imkânı yoktur!” der.
    Büyük Nutku’na Samsun’a çıkışıyla başlayan Mustafa Kemal, milletinin kaderine ve çağın akışına yön verdiği döneme de Samsun’da başlamıştır.
    Sonuç olarak, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde özellikle Yunan ve Ermeni işgallerinin yaşadığı bölgelerde düşmana karşı bölgesel direniş hareketleri başlamıştı. Mustafa Kemal bu düzensiz dağınık hareketleri, bütün Türk Milleti’nin katıldığı bir Milli Mücadele şeklinde örgütlemiş, bu hareketin lideri olmuştur. Milli Mücadele ile birlikte hem Türk Milleti’ni bağımsızlığına kavuşturmuş, hem de yıkılmakta olan Osmanlı Devleti toprakları üzerinde millet iradesine dayalı, tam bağımsız yeni Türk Devleti’nin temellerini atmıştır.
    19 Mayıs 1919 günü Anadolu topraklarına ayak basan Mustafa Kemal, milletiyle el ele, gönül gönüle; 3 YIL 3 AY 22 GÜN SÜREN mücadeleden sonra 9 Eylül 1922’de, işgal kuvvetlerinin son kalıntılarını da İzmir’den temizleyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır. Ancak İstanbul’un işgal kuvvetlerinden kurtulması için hala 13 ay daha vardır ve Sevr’i tamamen yok etmek için Lozan’ın sonuçlanması beklenecektir.
    Başta önderimiz, ebedi başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu vatana hizmet eden gazilerimizi, canını feda eden tüm şehitlerimizi saygı, sevgi ve bitmeyecek bir minnet duygusuyla anıyorum. Ruhları şad olsun…